Surly Surly

Gezi / Gezi Yazıları / Dünyadan / Şarkın Yüzü Suriye



                                         
Henüz sapasağlamken defalarca gittiğim komşu ülke Suriye üzerine yazdığım yazılardan birini ve bende iz bırakan anıların fotoğraflarını ne yazık ki artık hüzünle paylaşıyorum.  
 
 
Şarkın yüzü
 
SURİYE

Yazı ve Fotoğraflar: Yelda Baler 

 
Hep derim ya! Çıkacağım yolculuğun ne kadar iyi geçeceği, annemin çığlığıyla doğru orantılıdır.  Suriye, Ürdün, Lübnan’a gidiyorum dediğimde kulaklarıma yapışan tiz ses içimi ferahlamıştı. O anda ruhumu kaplayan heyecanımı korktuğuma yoran annem, günler sonra Açık Hava Tiyatrosunun önünde bizi uğurlarken bir dahaki sefere çığlığının daha kuvvetli olması gerektiğini düşünüyordu eminim ki.
 
 
Sabah saatlerinde Torosları bitirmiş Nur Dağlarından geçtiğimiz sırada hava gece gibi karardı. Hiç abartısız gece karanlığına bürünen gökte, gün ışığı ufukta cılız bir çizgi gibi duruyordu. Ardından başlayan dolu fırtınası ortalığı bembeyaz yapmıştı. Zorlukla sığındığımız benzinciden çıktığımızda nefeslerimiz kesilmişti. Sel sularının önüne katıp götürdüğü toprakları, parçalanan ekinleri, kırılan ağaç dallarını, sessiz sedasız izleyerek yol alırken “Nur Dağının nuru bu mu ola” diye düşünmeden edemiyordum. Birkaç saat içinde Kırıkhan üzerinden Reyhanlı ve sonunda Cilvegözü sınır kapısındaydık. Bab al Hawa (Hawa Kapısı)’da giriş işlemlerimizden sonra koridorun bize doğru açılan demir kapısıyla Suriye’ye geçtik.

 
Öğleden sonra Halep’e otele varıyoruz. Otel son derece temiz, banyo yeni, çarşaflar bembeyaz, buzdolabı ve televizyonumuz bile var. Neden şaşırdığıma ben de pek anlam veremedim ama herşey tahminimden çok iyi. Dışarı çıktığımızda ilk işimiz birşeyler atıştırmak. Falafel denen fast food tarzı birşey yiyoruz. Sonraki günlerde onsuz üç saat geçiremeyeceğimizi nerden bilecektik. Bakladan yapılmış bir tür müjver, falafel.  Üzerine tahinli bir sos, bol yeşilli ve domates konarak dürüm şeklinde servis yapılıyor. Ve tatlılar... Yalnızca Şam’a özgü sanırdım, ama Halep’tekiler de en az onlar kadar lezzetli. Ellerimizden şerbetleri aka aka yedik hepsinden. Sokak aralarından kapalı çarşıya doğru ilerliyoruz. Evler, dükkanlar, insanlar o kadar güneydoğu’ya benziyor ki! Hem Urfa, hem Antakya... Arada sınır mı var? Ne de anlamsız... Bizdeki 30 yıl öncesinin toptancı dükkanları. İçeride camekanlı bir ofis bölümü, etrafında üstüste yığılı mallar. Urfa’daki gibi tezgah üstünde, dükkan köşesinde uyuyan adamlar... Sokaklar, onlara bağlı küçük avlular,
kervansaraylar ve yakınındaki hamamlar. Çarşıda 150 kervansaray var. Tüm yollar kentin tepesindeki kaleye bağlanıyor. Kale Haçlılara karşı müslümanların kendilerini koruması için yapılmış. Kaleyi dolaşmayı ertesi güne bırakıp çarşının çıkışındaki kahveye yerleşiyoruz. “Local tea” demezseniz su bardağında ve poşet çay geliyor önünüze. Oysa biz de onlar gibi küçük çay bardağında ve “hafiiif” bir çay istiyoruz. “Açık çay” demek.
 
Ertesi gün Pazar, tatil değil tabii ki. Hristiyan bölgesine doğru gidiyoruz. Temizlik ve düzen hemen farkediliyor. Tüm Suriye’de Hristiyan nüfus %15 iken, Halep’te nüfusun %20 si Hristiyan. Kent ülkenin Avrupaya en yakın bölgesi olduğu için kozmopolit bir yapı taşıyor. Ermeni, Ortodoks ve Suryani kiliseleri var. Pazar ayinlerine katılıyoruz. Tütsü kokuları İstanbul’u getiriyor aklıma. Restore edilmiş eski avlulu evlerin çoğu otel ve restorant olarak kullanılıyor. Mahallenin dışına çıktığımızda Umayday Camii (Emevi Camii)’ne geliyoruz. Avlusunda kör hafızların gün boyu Kuran okuduğu camii, St. Helen Katedralinin üstüne kurulmuş. Haçlılar 1097’de Suriye’ye girince iki dağ arasında sıkışınca yemek bulamamışlar ve katliam başlamış. Bir gecede 15 bin Haleplinin öldürülmesinin ertesinde de 7000 haçlı öldürülmüş. Tepki olarak Halepteki 6 kilise camiye döndürülmüş. Umayday Camii de onlardan biri. Yeni kenti keşfetmek geceye kalmıştı. Eski ama şık binaların yanında geniş caddeler, batıdan tüm nasibini almış dükkanlar ve restoranlar doğu ile batının ilginç 

bir karmaşasını yaşatmaya yetti.

 
Şam’dan önceki durağımız, adını palmiyelerden almış olan Palmira Antik Kenti. 6000 yıl öncesine kadar yaşam izleri taşıyan bölge Pers ve Roma imparatorlukları arasında hem vergi vermeyen özgür hem de zengin bir kent olmuş. Ortadoğunun Baalbek’ten sonra en önemli antik kenti olan Palmira’da 100 den fazla tanrı ve tanrıçaya inanılıyor. En büyük tanrı Bell. 10 km2 büyüklüğünde ve etrafı surlarla çevrili kentin girişindeki kolonlu cadde 1200 m. uzunluğunda. Asıl kalıntılar halen toprak altında. Bütün Palmira kireç taşından yapılmış. Yapıldığında 1000 sütunun bulunduğu sütunlu caddede sütunların üzerindeki çıkıntılara dönemin önemli kişilerinin büstleri ve heykelleri konurmuş. Bunların sağlam olanlar Palmira müzesinde sergilenmekte. Büstler öylesine ince bir işçilikle yapılmışlar ki önlerinden dakikalarca ayrılamadım. Saçlar, takılar, küpeler, gözler... Palmira halkı özellikle zenginler daha 

 

gençliklerinde yaptırırlarmış büstlerini, güzel görünsünler diye. Dünyadaki ilk ticari belge de burada bulunmuş. Antik kentin yanıbaşında kurulu kasaba tam bir arap kasabası aslında. Araplar ve Bedeviler’in yaşadığı bu küçük yerde ulaşım araçları çok eski ve ilginç. Otobüsler her parçası dağılacakmış gibi duran, paslı, boyaları dökülmüş, kırık dökük araçlar... Bir de üç tekerlerli üstü kapalı motosikletler var.  Her yanları bolca plastik çiçeklerle, renkli pomponlar ve çıngıraklarla süslüler.
 
 Halep ve Şam dünyanın en eski yerleşimleri. Yaşamın kesintisiz sürdüğü bu eski kentlerde M.Ö. gelen önemli grup Haramiler sonra da Suryaniler olmuş. M.Ö. 600’lerde Pers imparatorlağunun 300’lerde Yunanlıların, 64’te de Romalıların egemenliğine girmişler. Kudüs kadar Hristiyanlar için önemli bir şehir Şam. M.Ö. 630’da ilk islam yerleşimi başlamış bu topraklarda. Emeviler, Abbasiler derken Memlukluların döneminde Sunni ve Sufilerin merkezi olmuş. 1916’ya kadar Osmanlıların yönetiminde kalmış, 1918’de yerel yönetim kurmuşlar. 1946’da da Suriye bağımsızlığını ilan etmiş. Tüm bu tarih bilgisi merdivenlerine oturduğumuz Osmanlı tarihinde de çok önemli rol oynayan Hicaz tren istasyonunda yerel rehberimizden dinliyoruz.Akşamın karanlığına sarmalanmaya başlayan kentte geniş caddeleri geçerek
 
Hamidiye Çarşısına varıyoruz. Çarşı İkinci Abdülhamid’in Şam’a armağanı. Bitiminde güzelliğini ertesi sabah göreceğimiz bir başka Umayday Camiinin etrafını dolaşıp Şam’ı yüreğime yerleştiren şark kahvelerine geliyoruz. Merdivenli sokağın iki yanında iki kahve, ahşap iskemleler, fokurdayan nargileler, ve içeride masal dinleyen insanlar...
 
 Gün ışıdığında masalları gecelere bırakıp kenti keşfi sürdürüyoruz. Süleymaniye tekkesi, hemen arkasındaki bahçede de Osmanlının son hanedanlarının mezarları bulunmakta. Tekkenin içinde eskiden mutfak olarak kullanılan kısım şimdi askeri müze. Palmiradan çıkan kalıntıların bir kısmı da bu müzede. Yolumuz yine döne dolana sur içindeki sekiz kapılı eski Şam’a, Hamidiye çarşısına ve bitimindeki Umayday Camii’ne varıyor. Bu kez kahveleri geçip dar sokaklara giriyoruz, kaybolmaya.
 
Ve Hama... İlk kez göreceğim bir kente gece ışıklarıyla birlikte giriyorsam başka türlü etkileniyorum. Henüz ışıklandırılmış bu küçük kasabaya da
yaklaşırken heyecanımın yersiz olmadığını kısa sürede anlıyorum. Duyduğumuz garip gıcırtılı ve uğultulu sesin ne olduğunu anlamaya çalışırken bir köprünün üzerinden kente giriyorduk ki gördüklerimiz nefesimizi kesmişti. Altımızda akan nehrin üzerinde devasa büyüklükte ahşap değirmenlerden geliyordu sesler. “Bu da ne?” dediğimi hatırlıyorum. Sonrasında değirmenlerin neredeyse birkaç metre uzağında bulunan restorantın terasında, sıçrayan suların ıslattığı yüzümüzdeki şaşkın ifadeyle büyülenmiş gibi 800 yıllık ahşap kolların suyu nehirden ayırmasını izlerken buldum hepimizi. Yemek sonrasında duyduğumuz masallardan etkilenip kurmaca bir oyunun oyuncuları olduk. Gecenin sonunda öylesine kaptırmıştık ki kendimizi gerçek hangisiydi, masal neydi çözemez olmuştuk.
 
 
 
 
 
 
Bu yazı ve fotoğrafların bazıları, BÜMED dergisinde yayınlanmıştır. Tüm telif hakları Yelda Baler'e aittir.  Sanatçının yazılı izni olmaksızın hiçbir şekilde ve internet dahil hiç bir ortamda bölümler halinde de olsa, yayınlanamaz ve kullanılamaz.
 

 

 


 
©2016 - Yelda Baler- Bagdat Caddesi Feneryolu Sit. 131/103 Feneryolu / Kadiköy - Istanbul ( Feneryolu Sabit Pazari Yani Köşe Bina )
Tel: 00 90 216 348 90 87 - Faks: 00 90 418 35 00 - GSM - 00 90 533 668 04 10
© Sitede bulunan yazi ve fotograflar, telif haklari kanununa göre yazili ve internet dahil hiç bir ortamda bölümler halinde de olsa, izinsiz yayinlanamaz ve kullanilamaz.